3 Ocak 2017 Salı

öbürsü gün psikiyatriste gideceğim. bunun, artık yapmam gereken bir şey olduğu hissine kapılıp, üstüne çok düşünmemek için çaba sarf edip, doğruca randevu sitesinden kaptım bir randevu bugün. az sonra, "ulan ya 'iyileşirsem' ve tüm dertlerimi unutursam" düşüncesi düşüverdi usuma. dertlerimi bir yere kaydedesim geldi. ama sonra ekşidi bilincim; dertlerim kağıtta asla sait faik'inki gibi durmayacaktı. parça pinçik bir bilinç kağıtta da parça pinçik duracaktı, bu da parçaları daha da ufalayacaktı. ama yazıyorum işte. çarşambaya kadar iyicene ufalıp yok olmam herhalde. 

en büyük derdim, en büyük bir derdimin olmaması sanırım. dertlerimi büyükten küçüğe sıralayamıyorum. sevinçlerimi sıralayamadığım gibi. ya da sevdiğim filmleri. filmlerin hepsini seviyorum ya da hiçbirini sevmiyorum. filmlerin sadece "birileri sevsin" istencinin birer ürünü olması, onları izleyen insanlardan bağımsız özsel bir değerlerinin olmaması sinirlerime dokunuyor. insanların damak tatlarının böylesine aynı olması, böylesine etkiye açık, eğilip bükülmeye böylesine meyilli olması; zaten özsel değerleri yokken, bu filmlerin değer kazanma yolunda tek ümitleri olan insanların da işte bu kadar içler açısı bir durumda olmaları beni buhranlara sürüklüyor. o kadar en büyük bir derdim yok ki, şuraya kesin yazmam gereken bir şey bulamıyorum, bu da bana bir sesimin olmadığını hatırlatıyor. seçtiğim kelimeler, kurduğum cümlelerin yapıları hakkında kafa yoruşum, asıl derdim olması gereken içeriğin akışına gölge düşürüyor. içimdekileri işbu dijital kâğıda döküveremiyorum. konuşurken bir tarzım, kişiliğim yok; yazarken nasıl olsun? ziyadesiyle yavaş konuşurum; çekinerek, abartılı bir temkinle. hiç tok çıkmaz sesim. ağzımdan boynu dik, sapasağlam bir "ben" emsali olarak çıkıverecek şeyler yok önemsediğim, benimsediğim. söylediklerim "ben" emsali oluyorlar yine de; bu kaçınılmaz, ve bir o kadar da acımasız bir gerçek. ne kadar söylediğinizden emin olmayın; sesinizi duyurduğunuz insanlar için söyledikleriniz sizsiniz. insanlara diğer insanları çok ciddiye almamaları konusunda bir ders verilmeli. şöyle sorular peşlerinde sıfır tabuyla tedavüle girmeli: "bunu laf olsun diye söyledin, değil mi?", "beynin teknik bir sorun mu yaşadı?", "beyinlerimize reset atıp, fikre sahip olmanın inanmaktan geldiğini ve inançsız insanlar olarak bu sözüm ona fikirlerimiz üzerinden tatsız tartışmalar yapmamızın aslında anlamsız olduğunu hatırlamaya ne dersin?" aslında bir tartışmanın tatsız olup olmadığını tayin etmek de zor. sözde fikirlerimizin geçerliliği tehlikeye girdiği için mi bu abartılı alınganlık? sesler yükseldiği için mi? beni en çok rahatsız eden "kendinden emin"lik sanırım. doğrunun ve yanlışın, iyinin ve kötünün var olduğu ön kabulü. bunların olmadığını kabul etmiş biriyle edeceğim sohbetler "tartışma" kelimesiyle gelen mayhoş çağrışımlardan muaf olacaktır. fakat bu kabulleri reddedenler sadece zaten topluluklardan, dolayısıyla tartışmalardan kaçınan insanlar sanırım. evet korkuyorum; şu lanet ülkeye şeriat ben onu terk edemeden gelecek ve birlikte getireceği envai çeşit sorunla başa çıkmaya çalışmam gerekecek diye. korkuyorum ama bu demek değil ki şeriate karşı kesin ve sert bir tutumum var. yok. din yanlış mıdır? bilmiyorum. din iyi midir? bilmiyorum. bilim doğru mudur? bilmiyorum. bilim iyi midir? bilmiyorum. 70 küsür yıllık dünya gezegeni ziyaretimiz, zaman veya uzayda bir noktanın gazilyonda biri bile olamazken dünyayı "ben biliyorum" diyenlere bırakıp uzaklarda bir gökadaya tek yön uçmak istiyorum. ama sonra, bu yazıyı bile derinlerimdeki gizli "belki bu dandirik bloga bir şekilde yolu düşmüş bir meczup okur da ne bileyim, nemalanır, sinirlenir, bir şeyler hisseder" ümidinden arınmış bir tin ile yazmıyorken, sonsuz yalnızlığın ilaç olduğunu düşünmek de iyimser geliyor. günlük yazılırken bilinçaltının "belki biri gizlice okur" çekirdeği yolluyor tüm impulsları parmaklara. tam özsoyutlayış, hayatla bağdaşmıyor. o kadar aciziz ki, bilincimiz insanlardan uzaklaşmak isterken, bilinçaltımız bunu yaparsak kendini yok ediyor. kontrol "biz"de değil; anlam sadece o öve öve bitiremediğimiz bilinçlerimizde değil. anlam varsa hep vardı; hidrojen de anlamlıydı, helyum da; karbon da anlamlıydı oksijen de; fotosentez de anlamlı, oksijenli solunum da; insan da anlamlı, insan immünyetmezlik virüsü de. ya da her şey anlamsız. bir anlam varsa, o kadar büyük ve o kadar organize ki; anlamsızlığı anlama çeviriveriyor. benim yok oluşum, var oluşa dönüşüveriyor. yoksa da yok zaten. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder